Film İnceleme – Poor Things
Bu yıl yana yakıla beklediğim bir film vardıysa o da Poor Things’di ve hayal kırıklığına uğratmayıp beklentilerimi aşmayı başardı şükür ki. Bu filmle The Favourite ile girdiği daha oyuncaklı, daha süslü filmler yolunda devasa bir adım atmış yönetmen Yorgos Lanthimos. Bu adım elbette herkesi memnun etmeyecek, yönetmenin eski filmlerindeki gergin ve sinir bozucu atmosferi de mumla arayanlar olacak belki. Ama yönetmenin seyirciyi daha çok kucaklayan bu yeni dönemi benim açımdan zaten olayların doğal akış şekli gibi ve gayet rahatlıkla kabul edebilirim. Zira Poor Things tam bir görsel ziyafet ve bulabileceğiniz en büyük ekranda izlenmeyi hak eden gayet cüretkâr bir yapım.
Hiçbir sürprizini bozmamak adına feminist bir Frankenstein canavarı öyküsü diyebileceğim Poor Things trajik bir olay sonrası diriltilen Bella’ya ve onun yaşamı tanıma serüvenine odaklanıyor. Bu serüven onun cinsel ve toplumsal kimliğine kadar uzanan bir skalada genişleyip büyürken karşısına çıkan tüm patriyarkal öğeler de büzüşüp küçülüyorlar. Erkeklerin iktidarlarına karşı katı bir dürüstlük ve çıplak bir yalınlığı kuşanan Bella her adımında erkeklerin kurduğu makinanın çarklarına çomak sokuyor ve özünde hayli kırılgan olan bu sisteme çoğu durumda dersini veriyor. Bu yıl izlediğim onlarca filmin içinde Poor Things bazı sahneleriyle ciddi anlamda nefesimi kesmeyi başarabilen nadir işlerden. Masalsı ve steampunk öğelerle zenginleştirilmiş görsellik tam bir şölen havasındayken iç gıcıklayan müzikler de arkada bir yerlerde yönetmenin o sinik tarzını hissettirmeyi başarıyor. Zaten Bella’nın maceralarında her ne kadar bolca komedi unsuru olsa da güldüğümüz şeyler aslında kendi zayıflıklarımızın (özellikle erkeklerin) yüzümüze zarif şekilde vurulmuş halleri olduğundan filmin absürtlüğü hiçbir anında sırıtmıyor. E bu da tarifi zor bir karışım.
Gelelim çok övülen Emma Stone’a. Onun yerinde başka bir oyuncu olsa kolaylıkla rezil rüsva olup filmi batırabilirmiş. O denli cüretkâr ve riskli bir rol çünkü Bella. İçinde aptalı oynamak da var, anadan üryan bol seks sahnesi de. Ama bu sahneler bir şekilde bazen komik, bazen gergin bazen de tutkulu çekildiği için asla sıkılmıyorsunuz. Çünkü hepsi maceranın bir parçası ve hayatı sıfırdan tanıyan Bella için de en dehşetengiz, en güzel ve en yıkıcı duyguların hepsi yaşanmaya değer. Onun bu yaşamı tanıma tutkusu hem korkutucu hem de ilham verici, bize yaşamda atmadığımız adımları hatırlatıp hayıflandırırken attıklarımızı da hoş bir nostaljiyle anımsatıyor. Yolculuktan ziyade adımların anlamı üzerine düşündürüyor Lanthimos bizleri, bazısı ürkek bazısı cüretkâr tüm adımların bizi değiştirmesini Bella’nın diksiyonuyla bile verirken filmin anlatısına ciddi emek harcandığını anlıyor insan.
Bu masalsı hikâye bireyin benliğini bulması, hayattaki yerini anlaması üzerine ve baş karakteri bir kadın olduğu için bu çaba elbette daha anlamlı ve önemli (çünkü şartlar asla eşit değil). Dışarıdan başlangıçta daha anlaşılır gözükse de ilerledikçe Bella’nın o bol fırfırlı kostümleri gibi büklüm büklüm kıvrılıp derinleşen enfes bir kumaşı var filmin. Hani bittikten sonra hemen bir kez daha izleyesimin geldiği, muhtemelen ileride klasik olarak anılacak bir işten bahsediyoruz burada ve sinema adına harika geçen 2023 yılının baş tacı olması da bence ona yakışan bir sıfat. Belki hepimiz zavallıyız bu hayat macerasında ama hiç değilse o sefilliğin bile kendi seçimimiz olduğu bir hayatı yaşayabiliriz belki. Ve Bella kadar gözü pek olanlarımız bu zavallılığın içinde ait hissedecekleri bir yeri bulmaya muktedir olabilirler bile…
Editörün Notu: Hem bu kadar komik hem de bu kadar iç acıtıcı olabilen nadir film vardır. Poor Things sinemalara geldiği anda izlemeniz gereken modern bir klasik.
Filmin Notu: 5 / 5
Lanthimos Labirenti Benim “deli Yunan” demeyi çok sevdiğim yönetmenin hemen her filmi bir duygunun veya durumun ileri uçlarda nasıl felaketlere gebe olabileceğini sorgulayan işler. Onun beni en çok yaralayan üç filmine buyurun. Dogtooth (2009) Neredeyse erişkinlik çağına gelmiş üç çocuğu bulunan bir ailenin onları dış dünyadan komple soyutlayarak büyütmesi hastalıklı bir aile manzarasına yol açıyor bu sert filmde. Özellikle hemen her kavramın farklı şekilde isimlendirilişi ve çocukça yalanların etkisi manipüle edilen gerçeklik kavramını sorguluyor, özgürlüğün bedelinin ağırlığı üzerimize çöküyordu.
Alps (2011) Kendisi olmayı unutmuş bireylerin başkalarının hayatını taklit ederek para kazanmaları inanılmaz sakat bir konsept ve Alps bu sıra dışı fikri gayet vurucu bir şekilde işleyebiliyordu. Lanthimos’un bireyin öznelliğini kaybedişine yaptığı vurgu ve kimlik bunalımları yüksek perdeden seslendiriliyor başarılı oyuncu kadrosu sayesinde. The Lobster (2015) Aşkın imkansızlığı ve bulunsa dahi onu korumak için çekilen acıların bol hicivli ama hüzünlü anlatısı The Lobster. Müziksiz danslar, sözsüz konuşmalar ve tutkusuz sevişmeler diyarında kaybolan insanların distopik ve sarsıcı yolculuklarını izliyoruz film boyunca. |